Çok güçlü bir büyücü yaşadığı ülkeyi yok etmek ister, o ülkedeki herkesin su çektiği bir kuyuya sihirli bir madde atar. Kuyunun suyunu kim içerse delirecektir.
Ertesi sabah, herkes kuyudan su çekip içer, hepsi de delirir. Sadece kraliyet ailesi, kendilerine ait özel bir kuyudan su çektiklerinden, büyücü de o kuyuyu zehirlemeyi beceremediğinden, delirmezler. Tabi kral çok kaygılanır, halkının sağlığını ve güvenliğini sağlamak için bir dizi emir verir. Ancak askerler de halkın içtiği sudan içmiş olduklarından, kralın emirlerini saçma bulur ve uygulamazlar.
Ülkede yaşayanlar kralın emirlerini duyduklarında onun çıldırdığına inanırlar, hep birlikte şatosunun önünde toplanıp tacını ve tahtını bırakması için gösteriler yaparlar. Umutsuzluk içindeki kral tahtından inmeye hazırlanırken kraliçe ona engel olarak der ki “Gel biz de o kuyunun suyundan içelim, o zaman biz de onlar gibi oluruz.”
Ve öyle yaparlar. Kral ile kraliçe cinnet suyunu içip anında saçma sapan konuşmaya başlarlar. Bu durumda halk taşkınlığından dolayı pişman olur; öyle ya madem kral bu kadar bilgece konuşuyor, onu alaşağı etmenin bir anlamı yoktur.
Ülkede barış ve huzur yeniden hüküm sürer, bu halk komşularından epeyce farklı bir hayat tarzı benimsemiştir ama kral ölümüne dek ülkesini yönetebilmiştir.
Türkiye'mizin nasıl yönetildiğini düşünüp, gündemdeki olayları gördüğümde Paulo Coelho'nun Veronika Ölmek İstiyor isimli eserindeki bu hikâye gelir aklıma.
Deliler yönetiyor ülkeyi. Ama bizimkiler her zaman deli değil. Ormanları keserken, doğayı katlederken, göğü delmekten başka işe yaramayan binaları dikerken, anayasayı ayaklar altına alırken deli gibi bir hırsla yapıyorlar. Fakat çalmaya gelince bir an da akılları başlarına geliyor. O kadar profesyonel çalıyorlar ki deli bunu yapamaz dedirtiyorlar.
Sözlerimi Aşık İhsani’nin mektubundan bir bölüm ile bitirmek istiyorum.
Şimdi anladın mı? Bu işin nedenini ve neden yurdumun aşı, işi, eğitimi olmayan çocukları köşe başlarında satar körpecik bedenini. Ya da neden ekmeği kuru, acı ve çoğunlukla dokuz nüfus tek oda da kiracı. Kendi bile ayağı çarıktan, başı sarıktan kurtulamayan köylüm, biri karısının çeyizini, diğeri sarı öküzünü satıp birazcık karın doyurmak için, soluğu alır giderek kalır dili ve töresini bilmedikleri gurbete.
Gazetelerde gördün mü? bilmem. Gençler ölüyor. Bizim gençlerimiz. Ama hayır sevdiğim hayır. Bu gençler ve bunlar gibiler sanılmasın göçüp göçüp gittiler. Bunlar sadece Türkiye’de devrim tarihinin iç budak göbeğine birer altın başlı çelik çivi gibi gömüldüler.